PARİS VE BERLİN’DEKİ ÇALIŞMALARIM HAKKINDA RAPOR
(ÜNİVERSİTE JÜBİLE FONU’NDAN VERİLEN SEYAHAT BURSUYLA GERÇEKLEŞTİRİLMİŞTİR, EKİM 1885 – MART 1886)
DR. SIGMUND FREUD
Viyana Üniversitesi’nde Nöropatoloji Doçenti
Çeviren (İngilizceden): Umut KARAGÖZ
Orjinal Metin: BERICHT UBER MEINE MIT UNIVERSITATSJUBILAUMS REISESTIPENDIUM UNTERNOMMENE STUDIENREISE NACH PARIS UNO BERLIN
Freud’un raporu, Standart Freud Psikolojik Eserleri’nin açılışında yer alır ve bilimsel kariyerinde önemli bir dönüm noktasını anlatan birinci elden bir hesap olarak öne çıkar: nörolojiden psikolojiye geçiş. 1885 yılında Freud (25 Yaşındadır), Viyana Üniversitesi’nden 600 florin tutarında bir seyahat bursu almıştı ve bu burs altı ay süresince yurt dışında geçireceği süreyi kapsıyordu. Bu burs, geri döndüğünde bir rapor sunmasını gerektiriyordu. Freud, raporu yazmak için on gün harcadı ve 22 Nisan 1886’da tamamladı.
Raporda, Freud’un başlangıçta sinir sisteminin anatomisini incelemeyi amaçladığı Salpetrière’deki zamanını anlatır. Ancak, Charcot’un rehberliğinde geçirdiği deneyim, Freud’un ilgisini histeri ve hipnoz üzerine kaydırmış ve kariyerinde nörolojiden psikopatolojiye doğru bir dönüm noktası yaratmıştır. Bu kayış, 1885 yılının Aralık ayında, Freud’un Salpetrière’deki patolojik laboratuvarı terk etmesiyle gerçekleşmiştir. Bu durum, kısmen laboratuvarın uygun olmayan koşulları nedeniyle olsa da, daha derin kişisel ve profesyonel nedenlerle de şekillenmiştir ve Charcot’un büyük etkisi bu kayışta önemli bir rol oynamıştır.
Freud’un Charcot’a duyduğu minnettarlık, bu raporda ve 1893’te Charcot’un ölümünden sonra yazdığı anma yazısında açıkça görülmektedir. Freud’un Paris’teki zamanına daha kişisel bir bakış, gelecekteki eşine yazdığı ve Ernst Freud tarafından derlenen mektuplarında bulunabilir.
Freud’un Mektubu
Viyana Tıp Fakültesi‘nin Pek Saygıdeğer Profesörler Kurulu’na
1885-1886 yılı için Üniversite Jübile Fonu’ndan Seyahat Bursu başvurumda, Paris’teki Salpêtrière Hastanesi’ne gitme ve nöropatoloji alanındaki çalışmalarıma orada devam etme niyetimi belirtmiştim. Bu seçimi yapmama birkaç etken katkıda bulundu. Öncelikle, Salpêtrière’de, Viyana’da ancak çeşitli bölümlere dağılmış ve bu nedenle kolayca erişilemeyen türden geniş bir klinik materyal topluluğuyla karşılaşacağım kesin görünüyordu. Ardından, on yedi yıldır bu hastanede çalışmakta ve eğitim vermekte olan J.-M. Charcot’nun büyük ismi beni etkiledi. Son olarak, Viyana’da Profesörler T. Meynert ve H. Nothnagel’den doğrudan ve dolaylı eğitim aldıktan sonra, bir Alman Üniversitesinde temelde yeni bir şey öğrenmeyi bekleyemeyeceğimi düşünmek zorundaydım.
Buna karşın, Fransız nöropatoloji ekolü bana, çalışma tarzında alışılmadık ve kendine özgü bir şeyler vaat ediyor gibi görünüyordu ve ayrıca Almanya ve Avusturya’daki bilim insanları tarafından benzer şekilde ele alınmamış nöropatolojinin yeni alanlarına yönelmişti. Fransız ve Alman hekimleri arasında canlı bir kişisel temasın eksikliği nedeniyle, Fransız ekolünün bulguları – bazıları (hipnotizma üzerine) oldukça şaşırtıcı, bazıları (histeri üzerine) pratik öneme sahip – bizim ülkelerimizde şüpheyle karşılanmış ve tanınmak veya kabul görmekten çok uzak kalmıştı. Fransız araştırmacılar, özellikle Charcot, eleştirel yaklaşımdan yoksun olmakla ya da en azından nadir ve tuhaf materyalleri çalışmaya ve bu materyalleri dramatize ederek ele almaya eğilimli olmakla suçlanmak durumunda kalmışlardı.
Bu nedenle, Saygıdeğer Profesörler Kurulu beni Seyahat Bursu ile onurlandırdığında, bu olgulara ilişkin kendi deneyimlerime dayanarak bir yargıya varma fırsatını memnuniyetle değerlendirdim ve aynı zamanda, saygıdeğer öğretmenim Profesör von Brücke’nin bana yaptığı öneriyi gerçekleştirme şansına sahip olduğum için mutlu oldum.
Hamburg’a yaptığım bir tatil ziyareti sırasında, bu şehirde nöropatolojinin temsilcisi olarak tanınan Dr. Eisenlohr beni son derece nazik bir şekilde karşıladı. Kendisi, Genel Hastane ve Heine Hastanesi’nde çok sayıda sinir hastasını incelememe olanak sağladı ve ayrıca Klein-Friedrichsberg Akıl Hastanesi’ne erişim sağladı. Ancak, bu raporda ele aldığım çalışmalar yalnızca, akademik yılın başlangıcı olan Ekim ayının ilk yarısında Paris’e varışımla başladı.
Salpêtrière, ziyaret ettiğim ilk yerdi ve iki katlı binaların avlular ve bahçelerle çevrili olduğu geniş bir yapı kompleksinden oluşuyordu. Bu kompleks, Viyana’daki Genel Hastane’yi canlı bir şekilde anımsatıyordu. Yıllar boyunca birçok farklı amaç için kullanılmış ve adı da (bizim ‘Gewehrfabrik’ gibi) ilk kullanım amacına işaret ediyordu. Binalar nihayet 1813 yılında yaşlı kadınlar için bir bakım evine (“Hospice pour la vieillesse (femmes)”) dönüştürülmüş ve burada beş bin kişiye sığınma olanağı sağlanmıştır. Koşulların doğası gereği, kronik sinir hastalıkları bu klinik materyalde özellikle sık bir şekilde yer alıyordu; kurumda görev yapmış önceki ‘médecins des hôpitaux’ (örneğin, Briquet) bu hastalar üzerinde bilimsel bir inceleme başlatmıştı.
Ancak, Fransız ‘médecins des hôpitaux’nun, çalıştıkları hastaneyi ve aynı zamanda inceledikleri tıp dalını sıkça değiştirme alışkanlığı nedeniyle, çalışmalar sistematik bir şekilde sürdürülememişti. Bu durum, mesleklerinin onları büyük klinik hastane olan Hôtel-Dieu’ya götürmesiyle sonuçlanıyordu. Ancak J.-M. Charcot, 1856’da Salpêtrière’de bir ‘interne’ (asistan doktor) iken, kronik sinir hastalıklarının sürekli ve yalnızca bu alana odaklanılarak incelenmesi gerektiğini fark etti ve Salpêtrière’e bir ‘médecin des hôpitaux’ olarak dönmeye ve bir daha asla oradan ayrılmamaya karar verdi.
Charcot, alçakgönüllülükle, tek erdeminin bu planı hayata geçirmiş olmak olduğunu belirtir. Elindeki uygun materyalin niteliği, onu kronik sinir hastalıklarını ve bunların patolojik-anatomik temellerini incelemeye yöneltti. On iki yıl boyunca herhangi bir resmi görevde bulunmaksızın gönüllü olarak klinik dersler verdi. Nihayet 1881 yılında Salpêtrière’de bir Nöropatoloji Kürsüsü kuruldu ve bu görev kendisine verildi.
Bu atama, Charcot ve o dönemde sayıları oldukça artmış olan öğrencilerinin çalışma koşullarında kapsamlı değişiklikler yapılmasını beraberinde getirdi. Salpêtrière’de mevcut olan sürekli materyalin önemli bir tamamlayıcısı, erkek ve kadın hastaların tedavi için kabul edildiği bir klinik bölümün açılmasıyla sağlandı. Bu bölüm, haftalık ayakta tedavi polikliniği (“consultation externe”) danışmanlıklarından hasta kabul ederek oluşturulmuştu.
Bunun yanı sıra, Nöropatoloji Profesörüne anatomik ve fizyolojik çalışmalar için bir laboratuvar, bir patolojik müze, fotoğrafçılık ve alçı kalıplar hazırlamak için bir stüdyo, bir oftalmoloji odası ile elektrik ve hidroterapi enstitüsü tahsis edildi. Bu birimler, büyük hastanenin çeşitli bölümlerine yerleştirilmişti ve bu düzenleme, Direktörün bazı öğrencilerinin bu bölümlerin sorumluluğunu üstlenerek kalıcı iş birliği yapmasını mümkün kıldı.
Bu tüm kaynakların ve yardımcı hizmetlerin başındaki kişi şu anda altmış yaşında. Fransız ulusal karakterine atfetmeye alışkın olduğumuz canlılık, neşe ve sözlerinde resmi bir mükemmeliyet sergilerken, aynı zamanda genellikle kendi milletimize mal ettiğimiz sabır ve çalışma sevgisini de ortaya koymaktadır. Böylesine etkileyici bir kişilik, kısa sürede beni yalnızca bir hastaneyi ziyaret etmekle yetinmeye ve yalnızca bir kişiden eğitim almaya yöneltti.
Diğer derslere ara sıra katılma girişimlerimi, çoğunlukla iyi yapılandırılmış retorik performanslardan ibaret olduklarına kanaat getirdikten sonra bıraktım. Ancak, Professor Brouardel’in Morgue’daki adli otopsileri ve dersleri bu konuda bir istisna teşkil ediyordu ve bunları nadiren kaçırdım.
Salpêtrière’deki çalışmalarım, başlangıçta kendim için belirlediğim plandan farklı bir şekil aldı. Tek bir konuyu derinlemesine bir araştırma konusu yapma niyetiyle gelmiştim; ve Viyana’da tercihimi anatomik sorunlar üzerine yoğunlaştırdığımdan, çocuklardaki beyin rahatsızlıklarının ardından görülen ikincil atrofi ve dejenerasyonların incelenmesini seçmiştim. Bana son derece değerli patolojik materyaller sağlanmıştı; ancak bu materyalleri kullanma koşullarının son derece elverişsiz olduğunu gördüm.
Laboratuvar, dışarıdan bir araştırmacıyı kabul edecek şekilde düzenlenmemişti ve mevcut alan ile kaynaklar, herhangi bir organizasyon eksikliği nedeniyle erişilemez durumdaydı. Bu nedenle, anatomik çalışmalarımı bırakmak ve yalnızca medulla oblongata’daki arka kolon çekirdeklerinin ilişkisiyle ilgili bir keşifle yetinmek zorunda kaldım.
Ancak, daha sonra Moskova’dan Dr. von Darkschewitsch ile benzer bazı araştırmaları yeniden sürdürme fırsatı buldum; ve iş birliğimiz, 1886 yılında Neurologisches Centralblatt’ta yayınlanan, “Düber die Beziehung des Strickkorpers zum Hinterstrang und Hinterstrangskern nebst Bemerkungen über zwei Felder der Oblongata” başlıklı bir çalışmaya yol açtı.
Laboratuvarın yetersizliğinin aksine, Salpêtrière kliniği, öylesine bol ve ilgi çekici bir materyal sağladı ki, bu elverişli fırsattan tam anlamıyla faydalanmak için tüm çabamı harcamam gerekti. Haftalık program şu şekilde düzenlenmişti:
Pazartesi günleri, Charcot halka açık dersini verirdi. Bu dersler, kusursuz anlatımıyla dinleyicileri büyülerken, içeriği önceki hafta yapılan çalışmalardan tanıdık olurdu. Bu dersler, nöropatoloji konusunda temel bir eğitimden ziyade, daha çok Profesör’ün en son araştırmalarına dair bilgiler sunardı. Dersler, öncelikli olarak sürekli olarak hastalara yapılan atıflarla etkileyiciydi.
Salı günleri, Charcot ‘consultation externe’ olarak adlandırılan danışmanlık seanslarını yapardı. Bu seanslarda, asistanları poliklinik bölümü tarafından getirilen tipik ya da karmaşık vakaları incelenmek üzere önüne getirirdi. Büyük adamın, bazı vakaların, kendi ifadesiyle, “henüz keşfedilmemiş bir nosografinin kaosuna geri dönmesine” izin vermesi bazen cesaret kırıcı olabiliyordu. Ancak diğer vakalar, nöropatoloji üzerine en çeşitli konular hakkında son derece öğretici açıklamalar yapmasına olanak tanıyordu.
Çarşamba günleri, kısmen oftalmolojik incelemelere ayrılmıştı. Bu incelemeler, Dr. Parinaud tarafından Charcot’nun huzurunda gerçekleştirilirdi.
Haftanın geri kalan günlerinde ise Charcot, ya koğuşları ziyaret eder ya da o sıralarda yürüttüğü araştırmalarına devam ederdi. Bu araştırmalar için hastaları kendi danışmanlık odasında muayene ederdi.
Bu şekilde, uzun bir hasta serisini görme, hastaları bizzat inceleme ve Charcot’nun onlar hakkındaki görüşlerini dinleme fırsatını elde ettim. Ancak, bana göre bu somut deneyim kazancından daha değerli olan şey, Paris’te geçirdiğim beş ay boyunca Profesör Charcot ile sürekli bilimsel ve kişisel temasım sayesinde aldığım ilhamdı.
Bilimsel temaslar açısından, diğer yabancılara göre bana pek bir ayrıcalık tanınmadı. Çünkü klinik, kendini tanıtan her hekime açıktı; ve Profesör’ün çalışmaları, asistanları olarak görev yapan tüm genç adamların yanı sıra yabancı hekimlerin çevresinde, açık bir şekilde sürdürülüyordu. Adeta bizimle birlikte çalışıyor, yüksek sesle düşünüyor ve öğrencilerinden itirazlar bekliyor gibiydi. Tartışmalara cesaret eden herkes bir şeyler söyleyebilir ve büyük adam hiçbir yorumu göz ardı etmezdi.
Hâkim olan samimi etkileşim atmosferi ve herkesin eşitlik temelinde kibar bir şekilde muamele görmesi –ki bu durum yabancı ziyaretçileri oldukça şaşırtıyordu– en çekingen insanların bile Charcot’nun muayenelerine canlı bir şekilde katılımını kolaylaştırıyordu.
Kendisini, başlangıçta yorumlanması zor yeni bir belirti karşısında nasıl kararsız kaldığını görebiliyor, bu belirtileri anlamaya çalışırken izlediği yolları takip edebiliyor, karşılaştığı zorlukları nasıl değerlendirdiğini ve bunların üstesinden nasıl geldiğini inceleyebiliyordunuz. Aynı fenomene tekrar tekrar bakmaktan asla yorulmadığını ve önyargısız çabalarıyla sonunda onun anlamına dair doğru bir görüşe ulaştığını gözlemlemek hayranlık vericiydi.
Bunların yanı sıra, Profesör’ün bu oturumlar sırasında sergilediği tam bir samimiyet göz önüne alındığında, bu raporun yazarı olan benim ve benzer bir pozisyondaki her yabancı hekimin, Salpêtrière’den ayrılırken neden Charcot’nun koşulsuz bir hayranı olarak oradan çıktığımız daha iyi anlaşılacaktır.
Charcot, geniş anlamda, anatomik çalışmaların tamamlandığını ve sinir sistemi organik hastalıklarının teorisinin de tamamlandığını söylerdi; bundan sonra ele alınması gerekenin nevrozlar olduğunu ifade ederdi. Bu açıklama, kuşkusuz, kendi çalışmalarının aldığı yönün bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Çünkü yıllardır çalışmaları neredeyse tamamen nevrozlar üzerine odaklanmış ve özellikle histeri üzerinde yoğunlaşmıştır. Salı polikliniği ve klinik açıldığından itibaren, hem erkeklerde hem de kadınlarda histeri üzerinde çalışma fırsatını bulmuştur.
Histeri üzerine Charcot‘un klinik çalışmaları hakkında birkaç kelimeyle özetleme cesaretini göstereceğim. Şu ana kadar, histeri, belirgin bir anlamı olan bir terim olarak kabul edilemez. Bu hastalık durumu, bilimsel olarak yalnızca negatif belirtilerle tanımlanabilir; az çalışılmış ve isteksizce incelenmiştir; ve oldukça yaygın bazı önyargılarla damgalanmıştır. Bunlar arasında, histerik hastalığın genital uyarılmaya bağlı olduğu varsayımı, histeriye özel belirli bir semptomatolojinin olmaması (çünkü her türlü semptom kombinasyonu histeride görülebilir) ve son olarak, histeri klinik tablosunda simülasyonun aşırı önemi öne çıkmaktadır. Son birkaç on yılda, bir histerik kadın, ‘rol yapıcı’ olarak tedavi edilmek üzere neredeyse kesin olarak seçilecekken, önceki yüzyıllarda cadı olarak yargılanıp şeytana taptığı düşünülen bir kadına dair verilen hüküm de aynı şekilde kesindi.
Bir diğer yönden, histeri bilgisiyle ilgili olarak, bir adım geri atılmış gibi bir durum söz konusu olmuştur. Orta Çağlar, histerinin **’stigmata’**sına, yani somatik işaretlerine, oldukça doğru bir şekilde vakıftı ve bunları kendi yöntemleriyle yorumlayıp kullanıyordu. Ancak Berlin’deki poliklinik bölümünde, histerinin bu somatik işaretlerinin neredeyse bilinmediğini ve genel olarak, bir ‘histeri’ teşhisi konduğunda, hastaya daha fazla dikkat gösterilmesine dair herhangi bir eğilimin baskılandığını gözlemledim.
Histeri üzerine yaptığı çalışmada, Charcot, hastalığın mükemmel örnekleri olarak gördüğü en gelişmiş vakalardan başlamıştır. İlk olarak, nevrozun genital sistemle olan bağlantısını, erkek histerisi ve özellikle travmatik histeri vakalarının beklenmedik sıklığını göstererek doğru oranlarına indirgeyerek ele almıştır. Bu tipik vakalarda, daha sonra, histeriyi kesin bir şekilde teşhis edebilmesini sağlayan bir dizi somatik işaret bulmuştur (örneğin, nöbetin karakteri, anestezi, görme bozuklukları, histerojenik noktalar vb.).
Hipnozun bilimsel çalışmasını yaparak –ki bu nöropatoloji alanı, bir yandan şüphecilikten, diğer yandan dolandırıcılıktan kurtarılması gereken bir alan–, kendisi bir tür histerik semptomatoloji teorisi geliştirmiştir. Bu semptomları çoğunlukla gerçek olarak kabul etme cesaretini göstermiş, ancak hastaların dürüst olmayan tavırlarına karşı dikkatli olma gerekliliğini göz ardı etmemiştir. Mükemmel materyalle hızla artan deneyimi, tipik tablodan sapmaları da hesaba katmasına olanak sağlamıştır. Ben klinikten ayrılmak zorunda kaldığımda, histerik paralizler ve artraljiler üzerine yaptığı çalışmalardan, histerik atrofiler üzerine yaptığı çalışmalara geçmekteydi ve bunların varlığını yalnızca ziyaretimin son günlerinde doğrulayabilmiştir.
Erkek histerisinin (genellikle fark edilmemektedir) ve özellikle travma sonrası gelişen histerinin büyük pratik önemi, Charcot’un üç ay boyunca tüm çalışmalarının merkezini oluşturan bir hasta vakasıyla gösterilmiştir. Böylece, Charcot’un çabalarıyla, histeri nevrozlar kaosundan çıkarılmış, benzer görünüme sahip diğer durumlardan ayırt edilmiş ve yeterince çeşitli olmasına rağmen, artık kanun ve düzenin geçerli olduğu şüpheye yer bırakmayan bir semptomatoloji sağlanmıştır.
Prof. Charcot ile (hem sözlü olarak hem de yazılı olarak) yaptığı araştırmalarından doğan görüş farklılıkları üzerine canlı bir fikir alışverişim oldu. Bu da beni, Archives de Neurologie dergisinde yayımlanacak olan ‘Vergleichung der hysterischen mit der organischen Symptomatologie’ başlıklı bir makale hazırlamaya yönlendirdi.
Burada belirtmem gerekir ki, travmadan (özellikle ‘demir yolu omurgası’) kaynaklanan nevrozları histeri olarak kabul etme önerisi, Alman yetkililer tarafından, özellikle Dr. Thomsen ve Dr. Oppenheim tarafından canlı bir şekilde karşı çıkılmıştır. Bu iki beyefendiyle Berlin’de tanıştım ve bu karşıtlığın haklı olup olmadığını öğrenme fırsatını yakalamayı umuyordum. Fakat ne yazık ki, ilgili hastalar Charité‘de artık bulunmuyordu. Ancak, bu sorunun karar için olgunlaşmadığına kanaat getirdim, ve Charcot’un doğru bir şekilde tipik ve daha basit vakaları ele alarak başladığını, buna karşılık Alman muhaliflerinin daha belirsiz ve karmaşık örneklerden yola çıktığını düşündüm.
Charcot’un çalışmalarını temellendirdiği kadar ciddi histeri formlarının Almanya’da görülmediği iddiası, Paris’te tartışılmış; benzer salgınların tarihsel kayıtlarına dikkat çekilmiş ve her zaman ve her yerde histerinin kimliğine vurgu yapılmıştır.
Hipnotizmanın, şaşırtıcı ve pek az inanan bulunan fenomenlerini, özellikle de Charcot’un tanımladığı **‘büyük hipnotizma’**yı öğrenme fırsatını da göz ardı etmedim. Gözlerimin önünde meydana gelen, şüphe edilemeyecek kadar açık olaylar gördüm, ancak bunlar yine de öylesine tuhaftı ki, ancak bizzat deneyimlenmeden inanmak mümkün değildi. Ancak, Charcot’un nadir ve garip materyallere özel bir tercih gösterdiği ya da bunları mistik amaçlar için kullanmaya çalıştığına dair hiçbir işaret görmedim. Aksine, hipnotizmayı, yıllar önce multipl skleroz veya progresif kas atrofisi gibi fenomenleri bilimsel olarak tanımladığı gibi ele aldığı bir alan olarak gördü. Bana öyle geliyordu ki, o, sıradışı olanı değil, yaygın olanı hayranlıkla izleyen biri değildi; zihninin genel eğilimi, ilgisini çeken herhangi bir fenomeni doğru şekilde tanımlayıp sınıflandırana kadar huzur bulamayacağı yönündeydi, ancak bu fenomenin fizyolojik açıklamasına ulaşmamış olsa da rahatça uyuyabilirdi.
Bu raporda, histeri ve hipnotizma üzerine geniş yer vermemin sebebi, bunların tamamen yeni ve Charcot’un özel çalışmalarının konusu olmasıdır. Eğer organik sinir sistemi hastalıkları üzerine daha az şey söylediysem, bunun, bu hastalıkları az görmüş ya da görmemiş olduğum anlamına gelmemesini isterim. Öne çıkan bazı ilginç vakaları belirtmekle yetineceğim. Örneğin, Dr. Marie tarafından yakın zamanda tanımlanan kalıtsal kas atrofisi vakaları; bu vakalar artık sinir sistemi hastalıkları arasında sayılmasa da hâlâ nöropatologlar tarafından tedavi edilmektedir. Ayrıca, Meniere hastalığı, multipl skleroz, tabes (özellikle Charcot tarafından tanımlanan eklem hastalığı ile birlikte), partial epilepsi ve diğer nörolojik hastalıklar, klinikler ve sinir hastalıkları polikliniklerinin temel materyallerini oluşturan hastalıklardır. Fonksiyonel hastalıklar arasında ise, histeriden başka, kore ve çeşitli tik hastalıkları (örneğin, Gilles de la Tourette hastalığı) özellikle ilgilenilen konular arasındaydı.
Charcot’un yeni bir ders koleksiyonu yayımlamayı planladığını duyduğumda, bunun Almanca çevirisini yapmayı önerdim; bu çeviri vesilesiyle, Profesör Charcot ile daha yakın bir kişisel temas kurma fırsatım oldu ve ayrıca Seyahat Bursum sayesinde Paris’teki kalışımı uzatmayı başardım. Bu çeviri, bu yılın Mayıs ayında Viyana’da Toeplitz ve Deuticke yayınevi tarafından yayımlanacak. Son olarak, College de France‘dan Profesör Ranvier‘in, mükemmel sinir hücreleri ve nöroglia hazırlıklarıyla beni nazikçe tanıştırdığını da belirtmem gerekir.
Berlin’deki kalışım, Mart ayının başından ay sonuna kadar sürmüş ve tatil dönemine denk gelmişti. Buna rağmen, Professör Mendel, Professör Eulenburg ve Dr. A. Baginsky‘nin polikliniklerinde sinir hastalıklarından muzdarip çocukları incelemek için bolca fırsatım oldu ve her yerde oldukça nazik bir şekilde karşılandım. Professör Munk‘a ve Professör Zuntz‘un tarım laboratuvarına (Strasbourg’dan Dr. Loeb ile tanıştım) yapılan tekrar ziyaretler, beynin korteksinde görsel duygunun lokalizasyonu konusundaki Goltz ve Munk arasındaki tartışmayı kendi değerlendirmemi yapmamı sağladı. Ayrıca Dr. B. Baginsky (Munk laboratuvarından), bana akustik sinirin kursunu gösterip bu konuda görüşümü almak için nazikçe gösterdi.
Viyana Tıp Fakültesi Profesörler Koleji’ne, Seyahat Bursu‘nu bana verdiği için en içten teşekkürlerimi sunmak benim için bir borçtur. Bu burs sayesinde, Deont olarak sinir hastalıkları üzerine ve tıbbi pratiğimde kullanmayı umduğum değerli bilgileri edinme fırsatım oldu.
Viyana, 1886 Paskalya